ALAPLI TARİHİ ve TARİHÇİ-ÖĞRETMEN BURHAN AKBAŞ


Şehir efsanesi modern çağın kulaktan kulağa yayılan, doğruluğu şüphe götürür, uydurma folklorik hikâyelerine verilen addır. Birçok folklorik hikâyede olduğu gibi şehir efsanelerinin her zaman uydurma ve gerçek dışı olduğu söylenemez ama genelde çarpıtılmış, abartılmış ve heyecan katılmış hikâyelerdir. Gelişen teknoloji ve yeni trendlerle birlikte daha önce hiç duyulmamış yepyeni şehir efsaneleri de türetilmektedir. Son yıllarda bilgisayar ve internet kullanımının yaygınlaşması ile şehir efsanelerinin sayısı ve çeşitliliğinde artma görülse de teknolojinin olumlu yansımaları ışığında birçok belgeye rahat ulaşılması, şehir efsanelerinin yerini „gerçek ve yaşanmış“ olaylar almakta.



Çocukluğumda herkes gibi bende Alaplı Tarihi ve bağlı olduğum Yazıcizade'ler ailesinin fertleri hakkında birçok şehir efsanesi dinledim. Bu efsanelerin en heyacan verici olanı 1800`lu yılların ortalarında yaşamış olan Yazcızade Hüseyin Bey hakkında anlatılan „Derebeyi“ efsanesidir. İlk anlatıldığında bir „Şehir efsanesi“ olduğunu kavrayamamıştım.  Sonradan, tarihsel olayları öğrendikçe kulaktan kulağa, dilden dile dolaşan, gerçeklerden uzak, „Şehir efsanesi“nden çok „Kasaba efsanesi“ kıvamında bir gerçekle karşı karşıya olduğumu anladım.

 
Anlatılan kasaba efsanesine göre Yazıcızade Hüseyin Bey, Alaplı`nın önde gelen bir „Derebeyi“ idi. Her nedenle olursa olsun Yazıcızade Hüseyin Bey Osmanlıya başkaldırmıştı! Neden ve niçin başkaldırdığı bilinmediği için efsanenin gerisi anlatılmıyor, içi doldurulamıyordu. „Derebeyi“ kendi başına buyruk olan,  hükümetin memuru iken zamanla bu bağları koparan nüfuz ve kudret sahibi kişiler hakkında kullanılan bir tâbirdir. Hukûmet tarafından müsamaha gören fakat asayişi bozdukları zaman da üzerilerine kuvvet gönderilen derebeyleri zamanla güçlenip hanedanlık kurmaya çalışırlar. Görebildiğim kadarıyla Yazıcizade Hüseyin Bey'in böyle hanedanlığı yoktu. Hatta derebeyi olarak hüküm sürdüğü Alaplı`dan Gelibolu'ya bir süreliğine sürgüne gönderildiği de anlatılıyordu. Orada bir dönem sürgün oluşu ve tekrar Alaplı`ya dönüşü… Türk edebiyatında Kemal Tahir'in kullandığı "Osmanlı'da oyun bitmez" deyimi Yazıcizade Hüseyin Bey'in bağrında şöyle devam ediyordu:  saraydan gönderilen cariye ile girdiği gerçek gecesinin sabahında koca Yazıcızade (Hacı) Hüseyin Bey „zehirlenerek“ ölmüştü. Daha doğrusu saraydan gönderilen „ajan“ cariye tarafından zehirlenmişti. Bir de üstüne üstlük cariye kimseye sezdirmeden gerdek sabahı bir küp dolusu külçe altınla ortadan kaybolmuştu.

Grek ve Latin kayıtlarında Cales-Kales, 16 ile 18 yüzyıllar arasında Samako olarak adlandırılan Alaplı`nın önde gelen ayanlarından Yazıcızade (Hacı) Hüseyin Bey „Derebeylik“ eğilimlerinden dolayı Osmanlı tarafından cezalandırılmış(tı)mıydı?….

Yazıcızade Hüseyin Bey

Anladığım kadarıyla, bu tür hikaye/anlatımlar/şehir efsaneleri ağızdan ağıza yayılıyor ve insanlar bunları anlatmaktan, dinlemekten hoşlanıyorlar; bunun da ötesinde, bu efsaneler üzerinden; „ben“ de dahil olmak üzere, geçmişi kurgulayıp, kökenleri araştırmaya, yaşanan anı ve yaşanacak olan geleceği anlandırmaya çalışıyor olmamız. İşin güzel ve kalıcı bir tarafı ileriki yıllarda, yaşın da ilerlemesiyle bu tür „Şehir efsanelerine „ kulak kabartmamaya, doğruyu bulmaya, efsane ile gerçeği birbirinden ayırt etmeye başlıyor olmanız.
Bu süreç bende de farklı olmadı. 20-30`lu yaşlarımda Alaplı Tarihini araştırmaya başladığımda „Şehir efsanesi“nin içini doldurmaya, Alaplı ile ilgili tarihi yazılanları temin edip okumaya başladım. Çünkü biliyordum, tarih geçmiş hadiselerle meşgul olur. Tarihin meşgul olduğu hadiseler bir iz bırakmış olan hadiselerdir. Bilindiği gibi bu izlere vesika, belge, "doküman" diniliyor.

Tarihi belgeler yazılı olur. Tarihi kitabeler, tabletler, soyağaçları, takvimler, salnameler, fermanlar, biyografiler, hatıralar………….

Kendi soyağacını yaratmak

İnsanlar kendilerini var etmek için, ki bütün büyük adamlar ve hayalperestler gibi, kendi kendi soyağacını yaratmak, kendi bağlantılarını kendi kurmak, yeni bir geleceği mümkün kılmak için geçmişi yeniden icat etmek istemişlerdir. Bunu bildiğim için ben de bu yolu denedim. İlk olarak Yazıcızade Hüseyin Bey'in soyağacını çıkartmaya koyuldum. Elimin altında bulunan belgelerde ancak 1900 yıllarına kadar uzanabildim. Daha ötesine gidemedim! Bu Alaplı ile ilgili tarihi araştırmalarıma engel değil tabiiki, tam aksine motive edici bir durumdu. Yıllık izinlerimde Alaplı`ya uğradığımda ailenin yaşlı kişileriyle konuşmaya onların anlatımlarını not almaya, varsa ellerinde eski/Osmanlıca „dokümanları“ temin etmeye çalıştım. İlk ulaştığım dokümanlardan biri aşağıda Yazıcizade kardeşlerin İstanbul`da kurmuş oldukları ticari bir şirkete ait olan alacak/verecek faturasıydı.  Faturaya detaylı bakıldığında sol üst tarafta Yazıdji Zade Biraderler logosu görülür. Logonun alt kısmında Constantinople, hemen alt kısmında şirketin arması ve üst kısmı da Osmanlıca yazılmıştır. Bu belge küçükken „Şehir efsanesi“ olarak tanıdığım Yazıcızade Hüseyin Bey` in benim zihnimde efsaneden gerçeğe dönüşmesine vesile oldu.



Artık karşımda tarihi bir gerçek, tarihi bir kişilik vardı. Yazıcızade Hüseyin Bey „Şehir efsanesi“  olmaktan çıkmış, et ve kemiğe bürünmüştü. Ticaretle uğraştığı tarihi bir gerçekti.  Osmanlı sarayının yakacak odununu, İstanbul halkının barınacak evine ahşap temin eden adamdı. Tomrukları Orhan Dağları`ndan kesip Alaplı deresine bırakıyor, karaya çıkartıp havuzlarda bekletiyor, daha sonra da onları talep edildiği şekilde kesip salapuralarla İstanbul`a gönderiyordu. Daha da öteye, Selanik‘ e taşıyordu. Geride Konak Mahallesinde 5-6 ahşap ev bırakan, -sanırım bu konaklar Yazıcızade kardeşlere aitti, (kendisinin oturduğu konağı ben görmedim, yaşlılar o konağın daha görkemli olduğunu anlatırlar] Yazıcızade Hüseyin Bey bende vazgeçilmez bir tutkuya dönüşüvermişti.


Hemen sırası gelmişken yazmak isterim. Makaleyi uzatarak fazla da zamanınızı almak istemem. Aslında bu makalenin yazılma sebebi geçen hafta yayımlanan ve Burhan Akbaş tarafından yazılan „Alaplı Tarihi-Osmanlı ve Cumhuriyet Arşivleri Belgelerine Göre„  adlı kitaptır.  Sevgili Burhan`ın kitabına geçmeden önce, Alaplı Tarihi ile ilgili neler yazılmış, benim zulamda neler var onları fazla derine girmeden sıralayıp, Burhan`ın bana imzalayıp gönderdiği ve benim de hızlı bir şekilde zevkle okuduğum kitaba geçeceğim.

Ama müsade ederseniz bir kaç şey daha yazmak, karalamak isterim.

Seyyahlar ve Ressam Aydın Yılmaz

Sevgili Burhan, Alaplı Tarihi kitabın önsözünde şöyle diyor: „Şöyle bir kolaylığa kaçmadım. Ereğli tarihi Alaplı`nın tarihidir. Ereğli`de ne varsa, ne olduysa Alaplı`da da olmuştur. Bu anlayış bir Alaplı Tarihi değil Ereğli Tarihi yazmak gibi bir sonuca götürecekti.“

Sevgili Burhan Akbaş bu konuda sonuna kadar haklı. Yukarıda aktardığım belirmemesine hiç bir itirazım yok. Yanlız bunu yirmi otuz yıl önce söylemek zordu. Neden olarak da şunları sıralamak mümkün.

Bir: Bilgiye ulaşımın eskiye nazaran daha rahat.
İki: Osmanlı arşivlerine ulaşım kolaylaştı.
Üç: Osmanlıca eskiden daha fazla ilgi götmekte.

Bunları neden yazdım? Çünkü ben Alaplı Tarihini ilk olarak Ereğli Tarihini anlatan Alaplı`nın kısıtlı bahsedildiği kitaplardan okudum. Bu kitapların başında Mücebbel Kıray hocanın kaleme aldığı „Ereğli-Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası“ kitabı dır. Mücebbel Kıray`ın sosyolojik alan çalışması beni yabancı seyyahların Alaplı ve bölgesi üzerine yaptığı keşiflere yöneltti. Alaplı`ya yolu düşen Fransız, Alman ve Rus  seyyahların anlatımlarının peşine düştüm.

Alaplı`ya yolu düşen İngiliz gezgin William Ainsworth`in 1832 yılında Alaplı için şunları yazıyordu: „2 Ekim 1838 - Hava sakin, erken yola koyulduk. Düne göre nehir biraz düşmüş. Öğleden sonra Alaplı`ya ulaştık. 40`a yakın ev ve büyük bir hükümet binası var, küçük  bir balıkçı kasabası, bir limanı var. İnce bir tahta  köprüden geçtik, 17 metre genişliğindeydi.“


Ainsworth`in yukarıdaki ''büyük bir hükümet binası var, küçük  bir balıkçı kasabası, bir limanı var. İnce bir tahta  köprüden geçtik'' anlatımı yukarıdaki [Aydın Yılmaz] yağlıboya tablosundaki betimlemeye ne kadar uymakta.

Alaplı`nın önemli ressamı Aydın Yılmaz`ın fırçasından çıkan yağlıboya tablosunun hikayesini sayın Yılmaz dan okuyalım: „Alaplının 1935 - 1940 yıllarında çekilmiş bir fotoğrafından yararlanarak yaptığım ve aslının Alaplı belediyesinde bulunduğu yağlıboya tablomu sizlere sunuyorum. Sol üst köşede, bir kaç yıl önce yanarak kaybettiğimiz ve mahalleyede adını veren, şu anda Almanya da oturduğunu bildiğimiz İlhami Yazgan ailesine ait eski konak. Yine sol alttaki bina ise, o dönemde Kılcaklı Hasseloğluna ( Hacı Salih oğluna ) ait, ve altında ün değirmeni olduğu söylenen binadır. Bu bina şimdiye dek bilinen 3 kere el değiştirmiştir. Şu anda Erginler ticaretin bulunduğu binadır. Onun karşısındaki ise şimdiki belediye binasıdır. Bunun sağ alt katında rahmetli Kuru Eyüp`ün kahvehanesi vardı. (Ağaç dibinde oturanların bulunduğu kısım) Bu kahvehanenin taş duvarına kadar yanaşmış tekneler ve ileride eski tahta köprü görülüyor. Bu köprünün sol bas hizasında bulunan bina ise ünlü Safranbolu lu Bestekar, Rahmetli Sadi Yaver Ataman ın müzik öğretmenliği yaptığı taş mektep binasıdır. Yani o dönemde İlk ve Orta okulun eğitim gördüğü yerdir. Tablonun solunda dere kenarında ise, Rumlar döneminden kalma tuvaletlerin kalıntısı vardır. Onun önündeki kayaların, iskele gibi kullanıldığı dikkati çekiyor, ayrıca yeni yetiştirilmeye başlanan Fındıkların çuvallarla kalaşlar üzerinden teknelere yüklendiğini görüyoruz.“

Sayın Yılmaz`a Alaplı`yı tuvallerde ölümsüzleştirdiği ve anlatımları için teşekkürlerimi sunuyorum. Dilerim Alaplı halkı sayın Aydın`ın değerini bilir ve ana olan saygısını her daim gösterir.

Sayın Aydın Yılmaz`ın tuvaline yansıyan 1935 tarihli orjinal Alaplı fotoğrafı. Bu fotoğrafın dışında Alaplı`nın daha eski bir fotoğrafı malesef yok.

İbrahim Oral`ın Kaleminden Alaplı

Sayın Aydın Yılmaz kadar Alaplı`ya emeği geçen biri de İbrahim Oral`dir. İbrahim Oral. Cumhuriyetin yetiştirdiği öğrenmenlerden biridir. Kastomonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. Otuz yıl öğretmenlik yapmıştır. 1977 yılında emekliye ayrıldıktan sonra, öğretmenlik yaptığı yıllarda tututuğu notları Alaplı ve Çevre İncelemeleri adı altında kitap olarak yayımlamıştır. Alaplı tarihi ile ilgili en kapsamlı ve ilk kitap olması nedeniyle oldukça önemlidir. Ayrıca kitap bire bir Oral beyin gözlemlerine, yaşadığı, tanığı olduğu hatıratlara dayanmaktadır. O denenle kitapta müthiş bir forklorik bilgi birikimi vardır.  Bu kitap bir çok araştırmacıya, Alaplı Taihine ilgi duyanlara kaynak olmuştur. Kitabın ikinci baskısının yapılması konusunda Alaplı`nın çalışkan ve kültürel konularına duyarlı, Alaplı sevdalısı Sayın Nuri Tekin`e buradan çağrı yapıyorum. Sayın Tekin, lütfen bu kitabın ikinci baskısını yapın, çünkü bu kitap çok önemli ve bire bir Oral beyin gözlemlerine dayanmakta. Gençlerin bu kitabı okuması  gerekli. Ayrıca bunu yapmakla Alaplı Tarihi hakkında araştırma yapacak kişilere önemli bir kaynak sunmuş olursunuz.

Foto: Halil Erdem 


Oral Bey Konak ve Yazıcizade Hüseyin Bey hakkında şunları yazar kitabında:
"Alaplı da Rum ve Ermeniler`in oturduklarını daha önce yazmıştık. Rumlar Buraya Samako derken yerli halk da buraya KONAK adını takmıştır. Bu KONAK adı Yazıcıoğlu Hüseyin Bey in cami karşısına yaptırdığı yüksek ve güzel binadan dolayıdır. Alaplı tarihine bakıldığında iki tane Yazıcıoğlu Hüseyin görülür. Birinci Hüseyin Bey Koca Yazıcıoğlu diye anılır. Mezarı Büyüktekke de dir. Sandukalı bir mezardır. Başucunda İstanbul ve Edirne mezarlıklarındaki gibi mermer sarıklı bir taş vardır. Bu taşta 1243 tarihi mevcuttur ve ölüm tarihidir. Bugünkü hesaba göre 1827-1838 i gösterir. Bu Koca Yazıcıoğlu beş kardeşi ile Büyük Tekke Köyü ne gelmiştir. Zaten Alaplı`dan önce ilk yerleşim yeri olarak Büyük Tekke Köyü olduğu bilinmekte. Yazıcıoğlu Hüseyin Bey in diğer kardeşlerinin mezarları da Büyük Tekke Köyünde bulunmakta. İsimleri şöyle; Yazıcıoğlu Hacı İbrahim Ağa, Yazıcıoğlu Hacı İsmail Ağa, Yazıcıoğlu Hacı Osman Ağa, Yazıcıoğlu Hacı Mehmet Ağa, Yazıcıoğlu Hacı Çelebi Ağa, Yazıcıoğlu Hacı Hüseyin Bey.
Hacı Hüseyin Bey`in kabri



Yukarıda sözünü ettiğimiz Hacı Hüseyin Bey`in kabri Alaplı mezarlığındadır. Onun öleli 75 yıl olmuştur. Miladi tarih ile 1916 da olmuştur. İki Hacı Hüseyin Bey arasında 83 yıl vardır. Alaplı da ki caminin 1832 yılında Hacı Hüseyin Beyin yaptırdığını kabullenirsek Büyüktekke deki Hacı Hüseyin Beyin ölüm yılna rastlar. Yani Alaplı caminin yapılmasının Alaplı`da meflun olan Hüseyin Beyin yaptırması olanak dışıdır. Ancak Alaplı`da ki Hüseyin Beyin caminin ön kısımdaki ki çikmayı yaptırmış olama ihtimali yüksektir."

Konuyu uzattım farkındayım ama bu bilgileri aktarmadan sevgili Burhan Akbaş`ın Alaplı Tarihi çalışmasına geçmek ondan önceki yapılmış çalışmalar haksızlık olurdu. Çünkü evrendeki herşeyin şu veya bu şekilde birbirine değişken bağlarla bağlı olduğunu, herşeyin değişip, hiçbirşeyin aynı kalmadığını, niceliksel birikimlerin niteliksel değişimlere yol açtığını, değişimlerin anlık krizler, patlamalar veya tedrici ilerlemeler ile geldiğini, bilginin bir sonraki adımı tettiklediğini, onu daha anlaşılır kıldığını biliyoruz. Sayın İbrahim Oral Alaplı ve Çevre İncelemelerini yazmamış olsaydı sevgili Burhan Akbaş`ın çalışması bu kadar etkili ve önemli olmayabilirdi! „Etkili ve önemli“ dedim… neden bunu kullandım birazdan yazacağım.

İki çalışmadan daha mutlaka bahsetmeliyim. Onlardan biri Prof. Enver Konukçu`nun Alaplı Belediyesi´nin girişimiyle 2003 yılında hazırlayıp, taslak halinde Alaplı Belediyesi`ne  sunmuş olduğu ancak yayımlanmamış, Kara Elmas`ın Alaplı`sı adlı akademik çalışmasıdır. Konukçu`nun çalışması akademik çalışması masabaşında, kütüphane kaynaklarını tarayarak hazırlamıştır. Bunu belirtirken çalışmanın yetersiz olduğunu ima etmek istemiyorum. Tam tersine  tarihçinin üzerinde çalışmak istediği mesele ile ilgili olan bütün belgeleri aramak zorunluluğu vardır. Sayın Konukçu akademik kimliği ile arşivlerdeki bilgileri toplayıp masa başında yazmayı tercih etmiştir. İyi de yapmıştır. Bu çalışma da Alaplı tarihi açısından bir aşama olup içersinde önemeli bilgiler barındarmaktadır. Bence kitap olarak da basılmalı.

İkinci çalışma Ereğli`de eczacılık yapan Sadun Duran`ın çalışmasıdır. '1869-1916 Kastomonu ve Bolu Salnamelerinde Ereğli' adlı çalışmadır. Bu kitapla ilgili geniş bir makale yazacağım için burada nokta koyup Sadun`a bu çalışmasından dolayı teşekkürlerimi gönderiyorum.

Şimdi bu makalenin ana konusu olan Burhan Akbaş`ın Alaplı Tarihi-(Osmanlı ve Cumhuriyet Arşivleri Belgelerine göre) kitabına geçmek istiyorum.

Alaplı Tarihi- Burhan Akbaş

„Salname“ kelime anlamıyla yıl demek olan sal ile mektup-kitap anlamına gelen namenin birleşmesinden oluşmutur. Günümüzdeki karşılığı ise „yıllık“tır. Burhan Akbaş'ìn kitabında çokça geçtiği için kısa bir açıklama gereği duydum.
Birinci olarak: kitabı okuduktan sonra zihnimde kitapla ilgili bende oluşan imajı sizlerle paylaşayım. 
Kitap kolay okunan ve okunurken sıkmayan, anlaşılır, sade dille yazılmış.
Bu çok iyi!
Neden?
Tarih kitaplarının okuyucusu çok değildir! Konuyla ilgili ön bilginiz yoksa okuduğunuzu anlamazsınız!

Kişi bir kaç sayfa sonra okumayı bırakır, kimseye de okuması için tavsiye etmez. Sevgili Burhan çalışmasını okunur kılmak için  elinden geleni yapmış. Tarihsel olguları, kısa yorumlayarak, kaynaklara boğmadan sade, anlaşılır, kısa ve özetleyerek vermiş.

Bir  anlamda Alaplı Tarihi`ne ilgi duyan/duyacak olanlara rahat okunur bir çalışma hediye etmiş.
İkinci olarak: Sevgili Burhan çalışmasında kullandığı tüm görsellerin kaynağını vermekle bilimsel çalışmalardaki etik/saygı karnesine bağlı kalmış. Bu Burhan`ın bilime/emeğe sevgiyle, saygıyla, tutkuyla bağlı kaldığını gösteriyor. Bu tarz tarihi çalışmalar „Nasıl olmalı?“ sorusuna  gösterdiği örnek davranışla kendinden sonra gelecek olan yazarlara örnek olmuş. Örneğin: kapaktaki fotoğrafın Ekrerm Yüksel'e ait olduğu belirtip Ekrem`in „yayımlayabilirsin“ onayını almış. Ekrem, 70`li yıllarda çektiği Alaplı panaroma fotoğraflarını, -ki 3-4 taneydi, ben bir araya getirip kendi internet sayfasımda yayımlamıştım, sevgili Burhan bana ulaşıp paylaştığım forografı kullanma izni istedi. Ben de kendisine teşekkür edip kullanabileceğini söyledim. Bu nedenle kitapta fotoğrafı düzenleyen olarak benim ismimi vermiş. Bu davranışı ile Burhan emeğe olan saygısını, bilime olan sevgisi bir kez daha göstermiş.
Kitabın sunu yazısı Yazıcıoğlu Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı, adaşım İlhan Yazıcıoğlu`na ait. Çok iyi bir iş yapmış İlhan!   Adaşımın bu konulara duyarlı olduğunu biliyorum. O denenle kendisine buradan teşekkürlerimi iletmek isterim.
İlkçağdan Türkiye Cumhuriyeti`ne kadar olan süreçte Alaplı`nın "Kales-Samako-Alabli" ve en son olarak, günümüzde bilindiği adı ile "Alaplı" olarak kayıtlarda geçtiğini öğreniyoruz. Yanlız bugünkü şeklini alma süreci tam belirgin değil. Sevgili Burhan bu süreci kitabının 14. sayfasında açıklamaya çalışmış ama ileri sürdükleri tatmin edici değil!
Alaplı nasıl Alaplı oldu hala muamma.

Sevgili Burhan  kitabının önsözünde "Ereğli tarihi Alaplı tarihidir" kolaylağına kaçmadım dese de 15 sayfada "Alaplı`nın tarihini Ereğli`nin tarihinden ayrı düşünmek mümkün değildir" belilemesiyle çelişkiye düşerken, Ereğli`nin önemine vurgu yapmakta.
İlkçağda Alaplı`nın Marianddiyanlar, Megaranlar, sonra Roma dönemi, ardından Bizans dönemi ve Türkler gelmeden önce de Cenevizler Alaplı`ya hakim olmuş. Alaplı`ya hakim olmuş bu medeniyetler ile ilgili elimizde malesef kayde değer bir veri yok.
Nasıl olsun, bu verilere ulaşmak için arkolojik kazıların yapılması, arkolojik kazıların yapılması için de ilgisizlikten harabeye dönmüş, korunmaya muhtaç kale, kilise ve buna benzer tarihi kalıntıların ilk olarak korunmaya alınması gerekmekte.

Kitaptan Osmanlı`nın Alaplı`yı hangi tarihte kontrol etmeye başladığını öğrenemiyoruz. Bilinen Bolu ve çevresininin alınmasının ardından Orhan Bey zamanında tamamlanmış olduğudur. (Sayfa 19). Alaplı`nın Osmanlı tarafından ne zaman alındığını öğrenemiyoruz ama bir konuda kitabın çok çarpıcı bilgiler aktardığına tanık oluyoruz. Osmanlı Cumhuriyetin kurulmasına kadar 3-4 tane yönetim şeklinin denendiğini, -ki bunu tüm Osmanlı`nın hüküm sürdüğü topraklarda uygulanmış yönetim şekilleridir.

Nedir onlar?
1-Voyvadalık (17. yüzyıl)
2-Ayanlık (1800`u yıllardan itibaren)
3-1850`den sonra Kaza Müdürleri dönemi


Sıraladığım üç yönetim şeklindeki yönetim konumlarındaki kişilerin, -ki bunlar Osmanlı kayıtlarında kayıt altındadır, servet ve güç peşinde olduklarını, halkın fakirleşmesi ve toplumsal felaketlere yol açmış olduklarını kitaptaki belgeler çarpıcı bir şekilde kanıtlıyor. Her üç yerel yönetim şekli halka refah getireceğine yöneticilerin zaaflarından, açgözlüğünden, hırslarından dolayı sekteye uğramış ve bu nedenle bu yönetim şekilleri şehirlerden kasabalardan kaldırılmış.

Halka zulüm edenler arasında "Şehir efsanesi'nden gerçek efsaneye dönüşen Yazıcızade Hüseyin Bey'inde bulunduğunu burada açıkça söylemek lazım! (sayfa bak: 25)
27. sayfaya geldiğimizde çok ilginç bir ölüm olayı karşımıza çıkmakta. Bu ölüm sıradan bir ölüm değil! Yazıcıoğlu, yani Yazıcızadelerden Alaplıyı 1850 yıllarında yöneten Ömer Bey`in bir İtalyan  doktor tarafından zehirlenerek öldürülmesi ve sonrasında İtalya‘nın elini kolunu sallayarak kaçması.
Kitapta ilgimi çeken konulardan biri de, daha doğrusu Bolu ve Kastomonu salnamelerinde konu olan ve Alaplı´da yaşamış gayrimüslümlerin durumu. Burhan`da kitabında gayrimüslümlerden bahsetmiş ve şöyle tespitlerde bulunuyor (sayfa 42):

"Gayrimüslümlerin daha çok ticaret ve sanata uğraşlamaları nedeniyle etki ve etkinlikleri fazlaydı."

Yine aynı sayfada:

"Osmanlı Devleti`inde ticaret Türkler`den ziyade gayrimüslüm azınlıklarca yapılmaktaydı."

Burhan`ın yazmış olduğu bu iki tespitine kimsenin itirazı yoktur sanırım. Ticaretin yönetimi gayrimüslümlerin üzerinden yürüyordu doğru. Bu Alaplı ve çervresinde de farklı değildi. Bunun çok iyi bilinmesine rağmen, gayrimüslümlerin bu özellikleri çoğu yerde eş geçilip vurgulanmıyor, göz ardı ediliyor, yok sayılıyor.

Örneğin 25 sayafada olduğu gibi……

"Alaplı sadece orman varlığı ile değil gemicilik sanatıyla da adından söz ettirmiştir. Alaplı`nın Kılcak, Tekke-i sağır, Sabırlı, Sinekir, Bölücek ahalisi bu meslekte (gemi yapımında) oldukça başarılı olmuştur. İnşa ettikleri mavna ve salapura cinsi deniz taşıtlarını İstanbul`a götürerek satmışlardır. Alaplı gemi ustaları sadece Alaplı`da gemi inşaa etmemişler İstanbul ve diğer tersanelerde de çalıştırılmışlardır."

Burdan şunu mu anlamalıyız?

Toprakla uğraşıp geçimini topraktan sağlayan Alaplı`nın Türk ahalisi bir günde toprağını bırakıp gemi işine girdi!...

Yok böyle birşey!!
Herşeyin bir öncesi ve sonrası olduğu gibi bu işin de bir öncesi bir sonrası var. Alaplı ahalisi gemi inşasını bir çok meslek grubunda olduğu gibi gayrimüslümlerden öğrenmiştir. Bunda utanılacak sıkılacak birşey yok! Bu Türkler`in ne kadar yetenekli olduğunu,  gayrimüslümlerinde mesleklerini Müslümanlara göstermekte bir sorun yaşamadıklarını gösterir.

Kitabın sayfalarını çevirmeye devam ediyoruz. Osmanlı  sarayı ve İstanbul ahalisinin Köroğlu`nun mekanı Bolu Dağları`ından yetişen Çam, Köknar, Kayın, Gürgen, Meşe ağaçlarıyla ışındığını, ahşap evlerin inşaa edildiğini öğreniyoruz. Bu değerli ağaçların yanı sıra Alaplı`nın 1800`lu yılların ilk ve ikinci çegreğinde çevredeki şehirlere göre (Düzce, Ereğli Gerede, Akçakoca) Alaplı`nın daha fazla hayvan vergisi verdiği belirtiliyor. Bunların tümünü neye bağlamalı bilemiyorum ama okuduklarımdan çıkardığım şu: Alaplı`nın deniz kenarında olması, Bolu Ormanları`na yakın bulunma avanjacını çok iyi kullanmış görünüyor. Tanzimat döneminde vergilerin biraz azaldığını, yani üretimin gerilediği görmekteyiz. Cumhuriyet ile birlikte fındık ve çileğin öne çıktığı, Ereğli Demir Çelik Fabrikası`nın kurulmasıyla Alaplı`nın ikinci, hatta üçüncü kümeye düştüğünü gözlemlemek mümkün.




Türkiye’nin çeşitli bölgelerden göçler olmuş Alaplı`ya. Gelenler Ormanlık alanlara yerleşmek istemişler, kabul edilmemişler. Zorla geldikleri yere geri gönderilmesi istenmiş. Bir bölümü kalmış. Doğal afetler yaşanmış fırtılnalar kopmuş... Büyük bir yangın çıkmış 1882`de. Alaplı çarşısının tamamı yanmış. Birileri zorunlu sürgün edilirken, arkadan gelenler gidenlerin malına konmuş devlet eliyle. Bakın size bir örnek vereyim: Dünyanın her  yerinde bu böyle oluyor. Selanik  bir Yahudi şehridir, 1917 yılına kadar. 1912`de Osmanlı Selanik`i Yunanlılara bıraktığında şehirde 150 bine yakın Yahudi, 40 bin Rum, 30 bin de Türk yaşıyordu. 1917 de büyük bir yangın çıktı. 3-4 gün önü kesilemedi/kesilmedi. Yahudilerin bulunduğu alan tamamem yandı..... Bugün Selanikte kaç Yahudi yaşıyor sanıyorsunuz. 3-4 bin,....

Bir yangın sonrası, şehir tamamen temizlendi. Buna Tanrının lütfu mu demeli?

Sevgili Burhan Akbaş`ın kitabının sonunda yazdığı SON SÖZ`e bir kaç ekleme yapmak isterim. Daha doğrusu son sözü ben olsam şöyle yazardım:
„Alaplı, sahip olduğu doğası ve tarihiyle her türlü gururu taşımayı hak etmektedir. Alaplı gayrimüslümlerin de yaşadığı Orhan Gazi`dir, Çarşısı II. Abdülhamit Han`ın eseridir. Alaplı Nahiyesi`nin altındaki imza Gazi Mustafa Kemal ATATÜR`ündür.

Alaplı`yı tarih boyunca önemli kılan, orman varlığı ve Ermeni ve Rumlardan kalan gemicilik sanatı olmuştur………“

SONUÇ

Tarih yazanlar yok olmuş bir dünyayı gün ışığına çıkarırlar. Tarih yazmak yaratıcı bir edimdir. Tarih yazımında hayal gücünün rolü, var olmayanları uydurmak değil, var olanları anlaşılır kılmaktır.

Alaplı Tarhi`ni ANLAŞILIR kıldığın için teşekkürlerimi gönderiyorum sana sevgili Burhan, hem de  taaa Alamanyalardan........

İlhami Yazgan   --  iyazgan@web.de